Altın Ayı'ya çağın tanığı filmler talip
11 Şubat 200959'uncu Uluslararası Berlin Film Festivali'nde yol yarılandı, denilebilir. Berlinale’yi takip eden arkadaşımız Aydın Üstünel, bugüne kadarki filmleri gözden geçirerek, Altın Ayı adayları arasından, çağımızın kriz odaklarına dikkat çeken yapımları seçti. Konular, savaşın açtığı yaralar, terör saldırıları ve etnik temizlik:
“Sturm – Fırtına”, savcı Hannah Maynard’ın gözünden, Eski Yugoslavya’da işlenen savaş suçları için kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin işleyişini anlatıyor. Maynard, genç Boşnak Mira Arendt’i, savaş suçu zanlısı Goran Doric’e karşı ifade vermeye ikna eder. Ancak, bir süre sonra, Bosnalı Sırp milliyetçilerin tehditlerine ek olarak, uluslararası siyasi çıkarlar yüzünden, savcılık içinde de yoluna taş konduğunun farkına varır.
Lahey’deki mahkeme hakkında çekilen ilk film olma özelliğini taşıyan Almanya-Danimarka ortak yapımı “Sturm”, hem savaş mağdurlarının başlarına gelenleri anlatmakta çektikleri güçlüğe, hem de savcıların karşılaştıkları zorluklara ışık tutuyor. Kullanılan el kamerası nedeniyle film, zaman zaman bir belgesel havasında. “Sturm”, yaşanmış olaylara dayanmasa da, savaş sırasında yaşananlara benzer taraflarının olması tesadüf değil. Yönetmen Hans-Christian Schmid:
Hukuk sisteminin sınırları
“Farklı öğeleri seçerek, onları öykümüz haline getirdik. Ancak tam çekimler sırasında görülmekte olan Lukiç davasında, benzeri bir olay yaşandı. Savcılık, savaş suçu zannıyla yargılanan Lukiç hakkındaki suçlamalara tecavüzü de eklemek istedi. Ancak hakimler bu başvuruyu reddetti. ”
Adalet mekanizmalarının işleyişi ve hukuk sisteminin sınırları hakkında zekice kafa yoran ve izleyiciye kolay cevaplar sunmayan “Sturm”, özellikle savcı rolündeki Kerry Fox ve ifade veren Boşnak kadın rolündeki Anamaria Marinca’nın nefes kesen performanslarıyla, bu yılki Yarışma bölümünün en öne çıkan yapımlarından biri. Yönetmen Schmid, filminden beklentilerini şöyle dile getiriyor:
“Bu filmle, Birleşmiş Milletler'in tüm davaların 2010’a kadar sonuçlanmış olması gerektiği yönündeki kararından sonra mahkemenin çok büyük bir zaman baskısı olmasını eleştirmek istiyoruz. Umarız film, Lahey’deki çalışmaların devam ettirilmesi gerektiği yönünde kamuoyunun bilinçlendirilmesine yardımcı olur.”
Altın Ayı peşinde koşan bir diğer film, ABD yapımı “The Messenger – Haberci” ise, son dönemde Irak Savaşı ve açtığı yaralara ışık tutan filmler serisinin son halkası. Oren Moverman imzalı film, askerlerin savaştan döndükten sonra karşılaştıkları güçlükleri mercek altına alıyor. Film, adını, Irak’ta yaralandıktan sonra ABD’ye geri dönen ve yeni görevinde, savaşta ölen askerlerin yakınlarına ölüm haberini ileten subaydan alıyor. “The Messenger”’in başrollerinden birini üstlenen Woody Harrelson, filmin savaş karşıtı olup olmadığı sorusuna şu yanıtı veriyor:
Askere saygı
“Ben savaş karşıtı terimini değil, barış taraftarı terimini kullanmak istiyorum. Daha önce savaşta görev yapan askerlerin bakış açısını anlamamıştım. Çekimler için araştırma yaparken, Irak ya da Afganistan’a giden askerlerle yaptığım konuşmalardan sonra, onların, para kazanmak için değil, yardım edebileceklerine inandıkları için, ülkelerine hizmet amacıyla göreve gittiklerini gördüm. Savaş hakkında ne düşünürseniz düşünün, askerlere karşı derin bir saygı duymaya başladım. Filmde de, savaş karşıtlığı değil, cepheye gidenlerin hak ettikleri şekilde anlaşılması ön planda olan...”
Berlinale’nin Yarışma bölümünden diğer bir film, Fransa yapımı “London River”, 7 Temmuz 2005’te İngiltere’nin başkentini vuran terör saldırılarıyla açılıyor. 50’den fazla kişinin öldüğü saldırıların ardından, iki yabancı, kayıp çocuklarını aramaktadır. Oğlunu arayan Osman, Fransa’da yaşayan bir Müslüman, kızını arayan Elisabeth ise Guernsey Adası’nda yaşayan bir İngilizdir. Yolları kesişen bu iki kişi, çocuklarının bir çift olduğunu öğrenir. Özellikle Elisabeth başlangıçta şüpheli ve soğuk davranır.
Önyargılar ve yabancı korkusu
Film için Fransızca öğrenen ancak, yabancı dili, öğrendiği hızda da unuttuğunu söyleyen İngiliz aktris, Brenda Blethyn, karakterinin içinde bulunduğu çıkmazı şöyle tanımlıyor:
“Oynadığım karakter İngiliz olmasına rağmen, kendisini Londra’da yabancı hissediyor ve etrafını anlamakta zorluk çekiyor. Müslümanlar, insanların camiye gitmesi kendisine çok yabancı geliyor. Önyargıları var ve bunun farkında bile değil. Bu yüzden kızını arayan basit bir kadın olarak, yabancı bir din, yabancı bir kültürden korkuyor.”
Ortak yaşanan acının, insanların arasındaki sosyal duvarları ortadan kaldırdığını gösteren Rachid Bouchareb imzalı “London River”, olayları aşırı dramatize etmiyor ve sessiz bir film olmasına rağmen, çok şey söylemeyi başarıyor.