Uluslararası Şeffaflık Derneği: Yolsuzluk öldürür
9 Aralık 2016Birleşmiş Milletler 2003 yılında Yolsuzlukla Mücadele Sözleşmesi'ni kabul etti ve sözleşme kapsamında 9 Aralık Uluslararası Yolsuzlukla Mücadele Günü ilan edildi. Gün kapsamında çeşitli ülkelerde yolsuzlukla ilgili konferanslar düzenleniyor. Merkezi Berlin'de olan Uluslararası Şeffaflık Örgütü (Transparency International) yolsuzluğun önlenmesi için 1993 yılından beri 100'den fazla ülkede çalışmalar yapıyor. Kurum her yıl ülkelerin derecelendirildiği Yolsuzluk Algı Endeksi'ni yayınlıyor. 2014 yılında 45 puanla 64'üncü sırada yer alan Türkiye, geçen yıl 42 puanla 168 ülke arasında 66'ncı sıraya geriledi. Türkiye'deki durumu, Uluslararası Şeffaflık Derneği Yönetim Kurulu Başkanı ve Uluslararası Şeffaflık Örgütü Türkiye Başkanı Oya Özarslan DW Türkçe'ye değerlendirdi.
DW Türkçe: Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün tanımına göre "verilen kamu gücünün özel çıkar sağlamak amacıyla kötüye kullanılmasına“ yolsuzluk deniyor. Yolsuzluktan ne anlaşılmalı?
Oya Özarslan: Genel tanımın içine birçok suç tipi giriyor. Rüşvetin yanında ihaleye fesat karıştırma, görevi kötüye kullanma, irtikap, nüfuz ticareti denen suçlar gibi değişik tipleri var. Biz suç kavramının dışına çıkarak yolsuzluğa bakıyoruz. Örneğin Soma'da 301 işçinin ölmesi olayı, tek başına bir iş kazası olmanın ötesine gidiyor çünkü o kazanın olmasında denetim görevini yerine getirmeyen kurumlar var. Devletin oradaki denetçisiyle maden sahibi arasındaki ilişkiler var, çıkar çakışmaları var. Kazanın olmasından 4 gün önce verilmiş, her şey yolunda diyen bir rapor var. Rödovans sistemiyle kâr hırsı üzerinden işleyen bir sistem var ve buna izin veren bir devlet var. Aslında bu da bir yolsuzluktur. Bakışımız insan hakları çerçevesine son derece yakın. Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nde kullandığımız bir kavram var. "Yolsuzluk İnsanı Öldürür” deriz. Biz bunu Türkiye'de sürekli görüyoruz. Aladağ'da çocukların yanması olayı da öyledir. Çok hazin bir olay. Orada kanuna aykırı bir yurt açılmış. Kanuna aykırı olduğu halde yurdun işlemesine göz yumuluyor. Yangın talimatına uygun düzenlenmemiş bir bina, insanların barınma hakkına da aykırı bir sistem söz konusu. Bu yüzden yolsuzluğa sadece bir ekonomik suç, paranın el değiştirmesi, rüşvet gibi bir kavramın dışına çıkarak biraz daha geniş, insan hakları perspektifiyle bakıyoruz.
Türkiye 2013 yılında bir yolsuzluk ve rüşvet soruşturması geçirdi. 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının hakkıyla yürütüldüğünü ve sonuçlandırıldığını düşünüyor musunuz?
Özarslan: Düşünmüyorum. 17 Aralık'ı ortaya çıkaran kurum yani cemaatten dolayı bir kayba uğradı diye düşünüyorum. Cemaatin elbette orada hükümeti devirme gibi bir planı vardı ve yolsuzluğu orada araçsallaştırdı. Bu da çok fazla zarar verdi. O olayın politikleşmesine ve bu şekilde kapanmasına yol açtı. Siyaset, medya, iş dünyası hatta sivil toplum hepsinin iç içe geçtiği sistemik bir yolsuzluğa ilişkin çok ciddi iddialar vardı. Bir hukukçu olarak iddialar varken kimse için suçludur diyemem ama yargılamanın yapılması lazımdı. 17 Aralık'ı yolsuzlukla ilgili bildiğimiz skandalların hepsinden ayıran husus şudur: 17 Aralık hâkim önüne çıkmadı. 17 Aralık Türkiye'de tipik bir cezasızlık örneğidir, şimdiye kadar gördüğümüz en şiddetli cezasızlık örneğidir.
Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün yayınladığı Yolsuzluk Algı Endeksi'nde 2012 ve 2013 yıllarında Türkiye'nin nispeten yüksek puanlar alarak çıkış yakaladığını görüyoruz. Bununla birlikte Türkiye son iki yıldır endekste bir düşüş kaydetti. Siz bunun nedenlerini neye bağlıyorsunuz?
Özarslan: 2013'teki, en son yüksek olduğu rakamdı ama tabi o bir buçuk yıl önceki bir durumu yansıtıyordu. 2007'den beri gelen Avrupa Birliği ile ilişkilerin artırılması ve o çerçevede reformların yapılması gibi bir süreç vardı. O süreçte Türkiye'de bir takım gelişmeler oldu; uluslararası anlaşmalar imzalandı. Bilgi edinme kanunu çıkarıldı. Devlet tarafından 2010 yılında bir yolsuzlukla mücadele planı açıklandı. Bunlar birtakım çabalar gösteren bir ülke görüntüsü veriyor. AB ile ilişkilerin yüksek olduğu, reformların yapıldığı dönemlerde Türkiye ile ilgili algı ister istemez daha iyiydi. Ama 2013 yılından itibaren birincisi tabii ki 17-25 Aralık yolsuzluk skandalı ortaya çıktı. Yolsuzluk skandalından ziyade buna nasıl davrandığınız çok önemli. Türkiye'de bu yargılanmadı, üstü kapatıldı. İnsan hakları ve demokratik ortamla ilgili olumsuz gelişmeler oldu. Defalarca internet, Youtube, Twitter kapatıldı. Yasaların çoğu geriye dönük şekilde değiştirildi. Yani 17-25 Aralık'ın kendisi bizim sivil haklar alanımızda da büyük kayıplara yol açtı. Ayrıca 17-25 Aralık'tan sonra bürokratların dokunulmazlıkları çok daha artırıldı. Türkiye hem demokratik alanda hem de yolsuzlukla mücadele alanında geriye giden bir ülke görüntüsü verdi doğal olarak.
Maliye Bakanı Naci Ağbal salı günü "Varlık Barışı ile yurtdışındaki kaynaklarını Türkiye'ye getirenlerden hiçbir vergi almayacağız" dedi. Uygulama yasadışı yollardan kazanılmış paranın aklanmasına yol açabilir mi? Şeffaflık bakımından bu uygulamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Özarslan: Çok vahim bir şey bu. Şimdi çok daha net bir açıklama bekliyoruz aslında, zira bu sadece kafalarda büyük bir soru işareti uyandırdı. Eğer şu an konuştuğumuz gibiyse, bu kara para aklamaya davet demektir, yani parasını kaçırmak isteyen, parasını saklamak isteyen için, mesela terör, uyuşturucu, suçtan kaynaklanan paralar vardır, bunların gelmesi Türkiye'nin güvenli bir liman haline gelmesi anlamına gelir. İşte bu korkunç olur. Mali Eylem Görev Gücü (FATF) diye bir kurum var. FATF tamamen kara para aklama ve terörün finansmanının önlenmesi konusunda bir görev gücüdür. Türkiye bunun üyesidir ve belli kriterleri yerine getirmediği için hala gri konumdadır. Türkiye üç defa incelemeden geçti ve terörün finansmanı Türkiye'de uluslararası düzenlemelere uygun hale getirilmedi, tüzel kişilere karşı yaptırımlar gibi uzun listeler var. Aslında Türkiye 2008-2009'dan itibaren burada birtakım düzenlemeler yapmaya başladı. Mesela bankacılık, sigortacılık, finans sektöründe gelen paranızın kaynağını bildirmek durumundasınız ve şüpheli işlem varsa, otomatik olarak o kurumun görevlileri bildirimde bulunmak zorunda. Bildirimde bulunmazsa, o görevli hakkında sorumluluk doğuyor. Kanunun kendisi böyle. Şimdi bakanın dediğinden biz neyi anlamalıyız? Araştırmayacak mıyız? Araştırmazsak bu sefer kimse şüpheli işlem bildirimini yapmayacak demektir, bu da kanuna tamamen aykırı bir durum oluşturur. FATF'nin 40 tane önerisi var bunların içinde 21 ve 22'nci öneriler tamamen şüpheli işlem bildirimiyle ilgilidir. Bildirimi yapanı, ihbar edeni de korumaya ilişkin bir yükümlülüğü vardır. Bunlara tamamen aykırı bir durumdan bahsediyoruz demektir, bize yaptırımlar uygulanabilir. Reel sektör için de son derece kötü bir durum olur, çok riskli bir ülke haline gelir Türkiye.
Önümüzdeki süreçte Türkiye'nin ilk etapta çözmesi gereken yapısal sorunları nasıl özetlersiniz?
Özarslan: Siyasi irade görmemiz lazım. Yapılması gereken reformlar var. Siyasetten bahsettim, siyasetin finansmanından, mal varlıklarının açık olmasına kadar. Kamu ihale kanunu büyük bir problemdir; kanun şeffaflıktan uzak bir hale geldi. Son 11 yılda 176 tane değişiklik yapıldı, bu değişikliklerin hepsi de kanun kapsamı dışına çıkaran, yani idarenin inisiyatifine bırakan hususlardır. Bilgi edinme kanunu işlemiyor. Böyle bir kanun olmasına rağmen devlet bilgi vermiyor. Ve tabii ki en büyüğü cezasızlık. Bu kültür devam ettiği sürece, buna karşı mücadele, toplumu buna katmak, insanlara bir inanç verebilmek pek mümkün değil.
©Deutsche Welle Türkçe
Ercan Coşkun